Hoşgeldin:)

Paylaşmaya hoşgeldin, paylaşmak özgürlüktür fikirler paylaşıldıkça büyür...

29 Ekim 2010 Cuma

TAM ZAMANINDA YAŞAMAK


TAM ZAMANINDA YAŞAMAK 
_
Yemek de boş, içmek de, 
Hatta yeri gelmeden sevişmek de. 
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü, 
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini 
Gözlerinin içine baka baka. 

Bisikletinin gidonunu 
Tam zamanında çevirmelisin 
Düşmemek için. 
Tam zamanında frene basmalı, 
Tam zamanında yola koyulmalısın. 

Tam zamanında okşamalısın başını 
O üzüm gözlü çocuğun 
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına, 
Tam ağlamak üzereyken. 

Tam zamanında koymalısın elini omzuna 
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde. 

Tam zamanında tutmalısın düşerken 
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk. 

Tam zamanında acımalı yüreğin 
Afyon'da Hasan Ağabey' in evi yıkılınca başına 
Evsiz kalınca çoluk çocuk 
Ki uzatasın elini bir parça. 

Tam zamanında açmalısın kapını 
Hayatına girmek isteyenlere. 
Tam zamanında çıkarmalısın 
Sevginden şımarmaya başlayanları. 

Tam zamanında affetmelisin kardeşini 
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını 
Seni gecenin üçünde arayıp da 
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde. 

Tam zamanında öğretmelisin oğluna 
Gerekiyorsa yumruk atmayı 
Tam burnunun üstüne 
Tiksinmeden pisliğinden, 
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi 
Misketlerini zorla almaya çalışırsa. 

Tam zamanında bağırmalısın 
Acıyınca bir yerin. 
Tam zamanında gülmelisin 
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde. 

Tam zamanında yatmalısın 
Yola çıkacaksan ertesi gün 
Ve arabayı kullanan sensen 
Sana emanetse çoluk çocuk 
Ve kendin. 

Tam zamanında bırakmalısın içmeyi 
Son kadeh bozacaksa seni 
Ve üzeceksen birilerini 
Ertesi gün hatırlamayacaksan. 
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden. 

Tam zamanında konuşmalı 
Tam zamanında şarkı söylemeli 
Tam zamanında susmalısın. 

Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa 
Annenin babanın evini, 
Tam zamanında başka bir şehre gidip 
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın. 
Tam zamanında dönmelisin memleketine. 

Tam zamanında için titremeli, 
Tam zamanında aşık olmalı 
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü. 

Tam zamanında toplamalısın oltanı 
Belki de seni şampiyon yapacak 
En büyük balığı kaçırmadan. 

Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli 
Tam zamanında ölmelisin 
Iskalamak istemiyorsan hayatı. 

Haydi şimdi kalk bakalım 
Silkin şöyle bir 
At üzerinden hayatın yorgunluğunu, 
Vakit zannettiğinden daha az 
Haydi kalk bakalım, 
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI.

Can YÜCEL

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Genç Yada Yaşlı Olmanız Başarınıza Engel Değil!



Gençlikte Gelen Başarılar 

* Ünlü fizikçi Isaac Newton yer çekimi kanununu keşfettiği zaman 24 yaşında bulunuyordu.
* Ünlü müzisyen Beethoven ilk eserini 13 yaşında iken bestelemişti.
* Napoleon İtalya’yı zaptettiği zaman 27 yaşında idi.
* Goethe ilk şiirlerini 10 yaşında iken yazmıştı.
* Mozart henüz 6 yaşında iken konser vermeye başlamıştı. 
* İngiliz romancı Charles Dickens Pickwick’in Belgeleri adlı pek çok dile çevrilmiş olan eserini 25 yaşında iken yazmıştı.
* Benjamin Franklin ‘Fakir Bir Adamın Almanağı(Günlüğü)’ adlı ünlü eserini yazdığında 26 yaşında idi.
* Handel ilk operasını 14 yaşında iken kaleme almıştı.
* İngiliz şair Alexander Pope 14 yaşında iken sone’ler yazıyordu.
* 3 yaşında iken Grekçe öğrenmeye başlayan John Stuart Mill 8 yaşına geldiğinde bu dille yazılmış bütün eserleri okuyacak kadar Grekçe’ye vakıf olmuştu.
* Makedonyalı İskender 33 senelik ömrüne kocaman bir imparatorluk sığıştırdı.
* Edebiyatımızın hala beğeniyle okunan iki ünlü ismi Ömer Seyfettin ve Orhan Veli öldüklerinde 36 yaşlarındaydılar.
* Şehzade Mehmed on iki yaşına geldiğinde Sultan Murad tahttan feragat etti. Yerine; ileride yirmi bir yaşındayken çağ açıp kapayacak birini bıraktı. 
* Yine Alparslan 1072’de ölünce yerine henüz 18 yaşında olan Melikşah geçti ve Selçuklu en parlak dönemlerini Melikşah’la yaşadı. 

Akıl Yaşta mı Başta mı?

Sizde biliyorsunuz ki yaş aklı desteklemediği sürece daha çok “akıl başta değil yaştadır” sözü geçerli olacaktır. Yararlı kullanılmadığında fazla uzun ömürlü olmanın pek faydası olmaz. Bilakis; bazen ciddi zararlara bile neden olabilir. Çevrenizdeki insanlara bakarsanız değişmez fikirlere sahip olanların genelde ihtiyarlar olduğunu farkedersiniz. Yılların verdiği olgunluk yerini sabit fikirlere bırakabilir. Kabullenememeyi de bazen peşinde sürükler.

İspanya Kralı bir gün komşu kralın sarayına genç bir asilzadeyi elçi olarak gönderir. Genç birinin karşısına elçi olarak çıkmasından memnun olmayan kral bu hoşnutsuzluğunu şu sözlerle belirtir:
-İspanya kralının ülkesinde adam yok mudur ki bana bu sakalsız genci gönderir?

Genç elçi krala şu cevabı verdi:

-Efendim benim kralım sizin “hikmet ve bilginin ancak bir sakallıda olabileceğini” düşündüğünüzü bilseydi hiç şüphesiz size benim yerime bir sakallı keçi gönderirdi.

Korkmayın! Her şeyi yapabilecek kadar vaktiniz var;
Unutmayın! Hiçbir şeye harcayacak kadar zamanınız kalmamış da olabilir...”

Hayatta yapamadığınız (en azından şimdiye kadar yapamadığınız) şeyleri şu andan itibaren yapabilirsiniz. Yaşınızın kıyafetinizin veya ruh haletinizin uygun olma şartına takılmayın. Bir an önce başlamayı deneyin. Uzmanlar bir konu üzerinde her gün 2 saatini ayıran birinin 2-3 yılda o konunun hakimi ve uzmanı olabileceğini belirtiyorlar. Bu özel ruh durumunu yakalayabilmek için en küçük şeyi en büyük biçimde yapmasını öğrenmek gerekiyor. Siz de en küçük işi büyük bir biçimde mükemmel olarak yapabilirsiniz. Andre Maurois’in tabiriyle “İnsan her gününü küçük bir ölmezlik haline getirmesini bilmelidir.”

Meşhur insanların çoğu sonradan uyanmışlardır. İçimizdeki gençlik iksirini içme şansına sahip olmuşlardan; hayatına sayısız hayatları sığdırabilenlerden bir demet:

Başarılı Olmuş Yaşlılar

* Harvard Üniversitesi’nin ünlü profesörü Roscoe Paund 86 ve 89 yaşları arasında Amerikanın adalet sistemi üzerine 5 ciltlik büyük bir eser yazmıştır.
* Meşhur ressam Titian Lepanto Savaşı adlı ünlü tablosunu ölümünden 1 yıl önce 98 yaşında iken tamamlamıştır.
* Eski Romanın büyük devlet adamı ve hukukçusu Cato 80 yaşında Yunanca; Yunan Filozofu Plutarch da aynı yaşta Latince öğrenmişlerdi. 
* Bismark Alman birliğini kurduğu vakit 70 yaşında idi.
* Goethe 83 yaşında öldü. En büyük eseri olan Faust’u ölümünden 1-2 yıl önce bitirmişti.
* Mimar Sinan Süleymaniye’yi bitirdiği vakit yaşı 70 yaşını geçmişti. 
* Büyük opera bestecisi Verdi ünlü eseri Otello’yu bestelediği sırada 75 yaşında idi.
* Ünlü heykel sanatçısı Rodin en iyi eserlerini 70’inden sonra yapmıştı.
* Albert Schweitzer 88 yaşında iken Afrika’daki hastanesinde hala ameliyat yapıyordu.
* Thomas Hobbes The Odyssey’i Yunanca aslından İngilizce’ye çevirdiği sırada 87 yaşında idi ve bir yıl sonra da İlyada’yı tercümeye başlamıştı.
* Don Counsilman 58 yaşında Manş Denizi’ni geçen en yaşlı adam ünvanını almıştı.
* Charlie Chaplin (Şarlo) 76 yaşında halen film yönetmenliği yapıyordu.
* Opera bestecisi Verdi 80 yaşında iken Falstaff ve 85 yaşında iken de Ava Maria adlı eserlerini bestelemişti.
* Dört defa İngiltere’ye Başbakan olan William Gladston 4.defa bu göreve geldiğinde 83 yaşında bulunuyordu. 
* Anatole France 80 Thomas Hardy ise 88 yaşında iken edebi şaheserler vermeye devam ediyorlardı.
* George Bernard Shaw piyeslerinden biri ilk defa sahnelendiğinde 94 yaşında bulunuyordu.

Fazla söze ne hacet. Artık kendinizi yaşınızdan dolayı başarısız görmenize neden olacak bir sebep kaldı mı?

Alıntı

27 Temmuz 2010 Salı

HAYAT İŞTE


Hayat İşte




Hayat benimle oynamayı çok seviyor.

Her an yeni bir oyunla kapımdaki davetsiz misafirim.

Bu sıralar oynadığımız oyun önce şaşırtmaca sonra köşe kapmaca. Sevdiklerimi uzağa, sarılamayacağım kadar uzağa koyup tüketilmiş bir yalnızlık bırakıp geçiyor köşesine.

Ne zaman öncelikli davranıp köşeyi ben kapacak olsam ezberlerimi değiştiriveriyor.

Unuttum dediklerimi, yakıp da küllerini denize savurduğum ne varsa tanıdık bir deniz kokusuyla ruhumun akşamüstüsünde bırakıyor yakınıma …

Bildiklerimi bilmediğimi öğrendiğim, ezberlerimin değiştiği, yaktım küllerini savurdum, unuttum dediklerimi kendimle çelişmeme neden olacak şekilde bana sunarken en büyük kozu, özlem!..

Her şeye tamam da bu özlem insanın içini acıtıyor, her günün her saniyesi bir kelime, bir hareket, bir şarkı bu özlemin büyümesine ve daha çok acıtmasına neden oluyor.

sözün bittiği yerde bir özlemin kalıyor bir de içimi günden güne sarıp yakan acısı…

Hayat işte, tamam unuttum demek kolaymış da unutmak birazcık zormuş… Seni andım bugün ağzım kulaklarımdaydı. Garip bir durum bu aslında. Çünkü içimi yakan, tanımadığım insanların bakışlarında seni bulurken, her olayda her cümlede seni aradığım özlemin iyi geliyor. Ne ki bu diyorum kendi kendime. Aynı şey aynı anda hem ölürcesine acıtıp hem de bir o kadar kanayan yerlerime iyi gelebilir ki.

Hiç kimsem misin bilmem ki nesin? Sen benim her şeyimsin ya da hiçbir şeyimsin sen benim!..

Şu an tam da hayat işte diyerek geçip gidebileceğim ancak küçücük bir an için ömür verebileceğim bir yerdeyim.

Ateş üstünde yürürken, ipin üstünde dengede kalma çabasındayım. Büyütüp özlemini içimi kanatıp, kanayan yerlerimi yine seninle saracağım.

hayat işte…

Mine Sema OK

1 Temmuz 2010 Perşembe

FARK YARATMAK


Okulun ilk gününde 5.nci sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkansızdı, çünkü ön sırada oturduğuyerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı.


Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle

bir noktaya geldi ki, bayan Mediha onun kağıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kağıdın üstüne büyük '' F '' (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.

Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.

Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temizyapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli''

İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

''Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki

yaşamı mücadele içinde geçiyor.''

Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

''Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.''

Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

''Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.''

Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.

Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kağıtlara sarılmış hediyelerigetirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncayakadar bu böyle devam etti.

Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdı ile beceriksizce sarılmıştı. Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında

açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel

olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.

'' Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.''

Çocuklar gittikten sonra, bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı.Bunun yerine, çocukları

eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta

ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.

Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.

Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile

mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl

daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala

karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu.

Mektup söyle imzalanmisti,

Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)

Öykü burada bitmiyor. Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.

Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan

Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.

Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu ?

Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.

Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,

''Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.

Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim''

Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,

Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum''.

Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın.

Bayan Mediha

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız

http://video.mynet.com/mehmetakifvtnds/Fight-Club-Bizler-Tarihin-Ortanca-Cocuklariyiz/503305/


Burada, yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum.
Bu potansiyeli görüyorum. Ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun!..
Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor yada beyaz yakalı köle olmuş.
Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde...
Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz...
Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.
Bir amacımız yada yerimiz yok.
Ne büyük savaşı yaşadık nede büyük buhranı.
Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatlarımız...
Televizyonla büyürken milyoner film yıldızı yada rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız.
Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz.
Ve o yüzden çok çok kızgınız...

14 Nisan 2010 Çarşamba

AŞK’I ANLAMIYORUM



AŞK’I ANLAMIYORUM




Anlamıyorum ben aşkı, neden eskisi kadar nostaljik değil hiç bir aşk sözü veya aşka dair yapılan her şey? Kayboldu gitti… Sevginin ne demek olduğunu artık bilgisayar başında yaşıyoruz. Messenger yazılarından, internet ortamlarında tanışmalardan ve sonu evliliğe kadar giden sanal ilişkilerden kurulmaya başladı artık yaşantımız. Sadece karşında ne olduğu belli olmayan sanal bir insan var. Yanında olmadan, ona dokunmadan, bir şeyler hissetmeden aşk yaşamaya çalışıyoruz. Teknoloji çağının getirdiği yenilikler miydi bunlar acaba? Güzel yönleri de var tabi; ayrılınca acı çekmiyorsun mesela, sadece facebook hesabından silmen yeterli oluyor. Aşk ne zaman ki ‘aşq’ diye yazılmaya başladı, işte o gün inancını yitirdi. Rıhtımını yitirmiş gözlerimizde ki hüzünlü anılarla, çocukların ellerine sıkıştırdığımız mektupların cevaplarını beklerken, gözyaşlarımızın yosun tuttuğu anılar artık eskide kaldı. Erkek kızın gözlerine dair binlerce güzel şiir veya söz yazabilirken şimdi nerede onlar? Ağaçlara kazınan kalp içinde adının baş harfleri yok artık, çünkü ağacının canını yakmaya değecek bir aşk yaşanmıyor. Artık şiir yazılmıyor, nasıl yazsın sevmiyorlar ki. Kendilerini hiç anlamadıkları yabancı şarkılarda bulmaya çalışıyorlar, türkülerimizi, özümüzü bırakıp gözümüz kapalı nereye koşuyoruz? Ayhan Işık, Belgin Doruk filmlerindeki gibi değil de Titanic gibi filmde buluyorlar aşkı… Zengin kız fakir ama gururlu oğlanı sevmiyor artık...

Ne varsa eskiye dair hiçbiri yaşanmıyor.

Ve şarkıda da dediği gibi;

BİZ BÜYÜDÜK VE KİRLENDİ DÜNYA!


Volkan Çıldır&Adnan Şimşek

29 Mart 2010 Pazartesi

BİLMELİSİN Kİ...


BİLMELİSİN Kİ...



Bilmelisin ki...
Duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.



Bilmelisin ki ...

Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa,

anlam yükü o kadar azalır.



Bilmelisin ki ...

Karsındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında

çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.



Bilmelisin ki ...

Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.

Gerçek aşkların da!



Bilmelisin ki ...

Tecübenin kaç yasgünü partisi yaşadığınızla ilgisi

yok,

ne tür deneyimler yaşadığınızla var.



Bilmelisin ki ...

Aile hep insanın yanında olmuyor.

Akrabanız olmayan insanlardan ilgi,sevgi ve güven

öğrenebiliyorsunuz.

Aile her zaman biyolojik değil



Bilmelisin ki ...

Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da

ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.



Bilmelisin ki ...

Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.

Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.



Bilmelisin ki ...

Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin

için dönmesini durdurmuyor.



Bilmelisin ki ...

Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.

Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz



Bilmelisin ki ...

İki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini

sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri

anlamına gelmez.



Bilmelisin ki ...

Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.

Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.



Bilmelisin ki ...

sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar

sürüyor.
 
CAN YÜCEL

27 Şubat 2010 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUZDA...


Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.


Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.

Hatta Babanım bile anahtarı yoktu.

Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.

Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.....



En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.

Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.

Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.

Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,zıplaya yürüyerek gelirdik.



Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.

Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.

Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.

Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.

Susayınca girer evlerine su içerdik.

Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.

Kısacacı evine gidip gelen (...ki;sadece çişi gelen giderdi evine)elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.

Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.


Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.


Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.

Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...

Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.

Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.



Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.

Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.

Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.



Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.

Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.

Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.

Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.

Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.

Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...

Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..



Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye

hatırını soran çocuklarımız yok oldu.

Ben kapılarında 'vale'lerin, 'bady'lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.

Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.

Benim değildir bu kültür.

Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.

Nedir bunlar?

Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.



Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.

İyi de neden böyle olduk ?

Biz mi istemiştik?

Yoksa birileri mi böyle istedi?..

'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi?

21 Şubat 2010 Pazar

HAYATA DAİR SON ANA KADAR UMUTLU OLMAK


Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp


hızla atıldı çapariye

önce müthiş bir acı duydu dudağında

gümbür gümbür oldu yüreği

sonra hızla çekildi yukarıya...



Aslında hep merak etmişti

denizlerin üstünü

neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak

bir yanda ölüm korkusu.



"Dudağı yarıklar " denir,

şanslıdır onlar, hani

görüp de gökyüzünü , insanı

oltadan son anda kurtulanlar.



Ne çare balıkçının parmakları

hoyratça kavradı onu

küçük istavrit anladı yolun sonu.

Koca denizlere sığmazdı yüreği.

Oysa, şimdi yüzerken

küçücük yeşil leğende,

ansız uzanıvermiş dostlarına

değiyordu minik yüzgeci.



İnsanlar gelip geçtiler önünden

bir kedi yalanarak baktı gözünün içine

yavaşça karardı dünya,

başı da dönüyordu.

Son bir kez düşündü derin maviyi,

beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.



İşte tam o anda eğilip aldım onu.

Yürüdüm deniz kenarına

bir öpücük kondurdum başına,

iki damla gözyaşından ibaret sade

bir törenle, saldım denizin sularına.



Bir an öylece baka-kaldı

Sonra sevinçle dibe daldı.

Gitti tüm kederimi söküp atarak,

teşekkürü de ihmal etmemişti.

Bir kaç değerli pulunu

Elime, avuçlarıma bırakarak.



Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.

Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?

" Bir gün dedim, bulursam kendimi

yeşil leğendeki

küçük istavrit kadar çaresiz,

Son ana kadar

hep bir umudum olsun diye... "

6 Şubat 2010 Cumartesi

UMUDA KANAT ÇIRPAN YÜREKLER: TÜRKİYE UĞUR BÖCEKLERİ

“Eğitim kafayı geliştirmektir; belleği doldurmak değil.”
Mark Twain


Resim dersinde hangi resmi çizeceğimize, müzik dersinde hangi şarkıyı söyleyeceğimize öğretmenimiz karar verirdi. Bitkileri doğada görerek öğrenmedik. Öğretmenimiz karatahtaya çizerdi çiçeğin resmini özenle. Sonra anlatırdı tahtadaki resimden doğayı.

Yine de okulda çok şey öğrendik. Silindirin hacmini, aruz veznini, kurbağanın anatomik yapısını. Hatta Amerika’nın en uzun nehrinin Mississipi olduğunu bile.

Öğrenmediğimiz şeyler de oldu. Çanakkale Savaşı’nı öğrenemedik mesela, ders kitabındaki üç beş satırdan başka. Kurtuluş Savaşı’nın büyüklüğünü ve anlamını öğrenmek için Turgut Özakman’nın “Şu Çılgın Türkler” kitabını beklemek zorunda kaldık.

Tarih, sınıf geçmek, sınavlarda daha çok soru yapmak için gerekli bilgilerin ezberlenmesidir bizim eğitim sistemimizde. Öyle olduğu için nice savaşla korduğumuz bu topraklardan her yıl bir Kıbrıs adası büyüklüğündeki bir parçanın erozyonla denizlere karışmasına duyarsız kalabiliyoruz. Her yıl binlerce hektar ormanın göz göre göre yanmasına umursamıyoruz.

Yurt sevgisinin öncelikle yurdun toprağını ve doğasını korumak olduğunu anlamadıktan ve anlatamadıktan sonra, sınıfların dört duvarı arasına doluşup kahramanlık nutukları atmanın, coşkulu milli şiirler ezberlemenin bir anlamı olabilir mi?

Ülkenin insanı, iki elin parmaklarından az istisnalar dışında girişimcilik ruhundan uzak bir şekilde, ya kaderciliğin pençesine ya da fırsatçılığın peşine düşmüş. Kendi çabasıyla, bilgisiyle, cesaretle bir şeyler yapabilmek itibarını kaybetmiş. Bu durumun nedenini sorgulamak yerine hep suçlu aradık. Oysa marifet suçluyu değil, nedeni bulmaktı. Ona pek aldırmadık.

Yıllar geçtikçe derinleşip güçlenmesi gereken hoşgörü terk ediyor coğrafyamızı. Farklılıklara saygı, tahammülsüzlüğe ve hoşgörüsüzlüğe dönüşüyor.

İş kalitesi, günlük yaşamımızı hep (moda deyimle) teğet geçiyor. Fırsatçılık, kalitesizlik hayatımızın her alanına sızmış. Yaşarken, çalışırken, eğlenirken, dinlenirken, çalışırken, hizmet ederken görgüsüzlük ve bayağılık akıyor her yerden.

Dürüstlük her insanda olması gereken bir özellik iken, ender bulunur, sıra dışı bir nitelik oluverdi. Her gün dürüstlük söylevleri veren yakınlarımız, büyüklerimiz söylediklerinin tam tersini yapıyorlar gözümüzün önünde.

Yine de umutsuzluk yakışmaz bize. En kötü günlerinde bile üzerine çöken karanlık hesapları bozan bir halk yaşıyor bu coğrafyada; sahip olduğu ve inandığı değerler için savaşan, o değerler sayesinde kazanan bir halk.

Bugün o değerlerimiz giderek yok olsa da umudumuzu canlı tutan, unutulan değerlerimizi yeniden gün ışığına çıkarmak için çaba gösteren birileri var ülkemde: “Türkiye Uğur Böcekleri”.

Yurt sevgisini, hoşgörüyü, dürüstlüğü, girişimciliği, iş kalitesini kitap sayfalarındaki soyut kavramlar olmaktan çıkartıp, günlük yaşamın bir parçası haline getirmek için çaba gösteren gönüllüler. Eğitimin sadece insanların beynini doldurmak değil; yüreklerine de dokunmak olduğunu gösteriyorlar. Cezaevlerinde, yetiştirme yurtlarında, köylerde, huzurevlerinde yaşayan insanlarımızın umutlarına kanat çırpan pırıl pırıl gözler ve yürekler hiçbir karşılık beklemeksizin ülkemin her yerinde uçuyorlar.

                                                       İlker KALDI
                                                   İzgörenakın Akdeniz Bölge Müdürü

26 Ocak 2010 Salı

SADECE BİRAZ HOŞGÖRÜ



“Büyükbabanın Öyküsü”


Bir zamanlar oğlu, gelini ve dört yaşındaki torunuyla birlikte yaşayan yaşlı bir adam vardı.Elleri titriyor, gözleri eski denli iyi görmüyor ve yürürken sürekli sendeliyordu.Yemek zamanı geldiğinde tüm aile masaya birlikte otururdu.Fakat yaşlı büyükbabanın titreyen elleri ve bulanık gören gözleri yemeği işkenceye dönüştürüyordu.Bezelyeler kaşığından yere yuvarlanıyor, bardağı tuttuğunda masa örtüsüne süt sıçratıyordu.Oğlu ve gelini bu durumdan rahatsız olmaya başlıyordu.

Böylece karı koca köşeye küçük bir masa yerleştirdiler. Ailenin geri kalanları yemeklerin tadını çıkarırken, büyükbaba bu küçük masada tek başına yiyordu.Zaman içinde bir iki tabak kırmasının ardından büyükbabaya yemekleri tahta tabakta verilmeye başlandı.

Böyle yalnız başına yemek yerken yaşlı adama göz attıklarında onu sessizce ağlarken buldukları oluyordu. Yine de karı kocanın büyükbaba ile konuşmaları yalnızca düşürdüğü çatal, döktüğü yemek için yapılan azarlamaların ötesine gitmiyordu.

Ailenin en küçük bireyi ise tüm bunları sessizce izliyordu. Bir öğleden sonra babası küçük oğlunu tahta parçalarıyla uğraşırken buldu ve tatlı bir sesle ona ne yaptığını sordu.Oğlu ise ona aynı tatlılıkla “Sana ve anneme ben büyüdüğümde kullanmanız için küçük birer kase yapıyorum” diye yanıt verdi ve işine devam etti.Bu sözcükler anne babasını o denli etkiledi ki, bir süre gözlerinden süzülen yaşlarla sessizliklerini korudular. İkisi de yapılması gerekeni biliyordu.

O akşamdan itibaren büyükbaba yeniden ailesiyle aynı masada yemeğini yedi ve ne oğlu, ne gelini düşen bezelyeleri, ıslanan masa örtüsünü, dökülen sütü dert etti. (Leo TOLSTOY / Yaşlı Büyükbaba ve Torunu)

Güneş bize yüzünü döndüğünde hepimiz birer amaç uğruna başlıyoruz mücadele etmeye. Aynı şehirlerde yaşasak da, aynı şirketlerde çalışsak da, hata aynı iş yerinde aynı görevi yapıyor olsak da hepimizin amacı farklı.Zaten bu farklılıklar değil mi yaşamlarımızı ayıran?”Sen, ben, o, herkes aynı hikayede.Başı ve sonu aynı, gerisi farklı.” Diyerek ne güzel anlatır bunu Şebnem Ferah.

Hepimiz kendi amacımıza ulaşmaya çalışırken kim bilir neleri görmezden gelip kimlere öfkeleniyoruz.”Olur mu canım öyle şey’ler, beni hiç anlamıyor’lar …vb.” Ama evet,olur öyle şey ve o sizi anlamıyorsa bu kez de siz deneyin onu anlamayı.

Hayatımız o kadar bencilleşti ve bireyselleşti ki kendimizden başkasını düşünmeden yaşar olduk. Bizim acımızdan başka acılar yaşanmıyor sanki…Birine öfke duyduğumuz anda sadece on saniye sessiz kalmayı başarıp kendimizi onun yerine koyabilsek ve o hayatımızdaki büyük eksikliği doldurup gülümseyebilsek ne çok şeyi çözmüş olacağız.Belki empati yapsak da kendimizi haklı bulacağız ama hoşgörüyü hayatımıza sokup küçük bir gülümsemeyle karşımızdaki insanın da hatayı kendinde arayabilmesini sağlayabiliriz.

Evet birbirimizi hoşgörmeliyiz ama sadece başkalarını değil. Zaman zaman kendimize de hata yapabiliriz.İşte o anlarda durup bu kez kendimize gülümseyebilmeliyiz.

Başkaları size hata yapsa da ya da kendiniz kendinize hata yapsanız da hoşgörüyü asla hayatınızdan çıkarmayın. Yapmak istediklerinizden asla vazgeçmeyin.Gülümseyin…Hem maliyeti sıfırdır hem de bedeline paha biçilemez...


Canseli CANPOLAT

23 Ocak 2010 Cumartesi

Yol Parası

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi dahiliye uzmanı Sibel Boyvada’ya 1999 yılında bir hasta gelir, yaşlı bir köylü teyze. Hastane tıklım tıklım kalabalıktır. Sibel, hastayı muayene eder ; kesin teşhis için bazı tahliller gereklidir. Kadına gerekli talimatları verir, “ Şu, şu tahlilleri yaptır, gel” der. Yaşlı teyze başını öne eğer, ve konuşmaz. Sibel tekrar “ Hadi teyzeciğim bu tahlilleri yaptır, gel, ben sana gerekli tedaviyi başlatacağım.” Der. Teyze başını yerden kaldırır, ağlamaya hazır gözlerle “ Doktor hanım, benim köye dönecek param yok. Nasıl yaptırayım o tahlilleri?” deyince, Doktor Sibel ‘in yapacak birçok işi olmasına rağmen, bırakır işini, alır teyzeyi koluna, koridor koridor dolaşırlar tahlilleri tamamlarlar.


Tekrar dahiliye bölümüne gelirler. Sibel gerekli ilaçları yazar, tedavisi için gerekli tembihleri de yapar.

Bu Egeli yaşlı köylü teyze, doktor hanımı dinlerken hep gözleri yerdedir.

Tam teyze gidecekken, Sibel’in aklına “yol parası” lafı gelir. “Teyze, al bakalım bu parayı” diyerek köye gitmesine hayli hayli yetecek bir para verir. Teyze önce almak istemez; ama sonra “ Yavrum, köye dönecek param yoktu, sağ ol, Allah senden razı olsun kızım” diye teşekkür üzerine teşekkür ederek ayrılır.

Dr. Sibel, sıra bekleyen onlarca hastayla ilgilenmeye, muayenelerine devam eder.

Aradan bir saat kadar bir süre geçer. Sibel bir bakar ki teyze kan ter içinde, kalabalığı yarmış, oflaya pofluya geliyor. Ege Üniversitesi Hastanesi’nden Bornova anayolu o yaşta bir hanım ,için az buz bir yol değildir.

Sibel şaşkın, herhalde bir kağıdını veya reçetesini unuttu diye düşünür. “ ne oldu teyze?” diye sorar.

Teyzenin yüzünde koca bir gülümseme vardır bu sefer.

“Kızım, ben anayola çıktığımda bir köylüme rastladım. Meğer o, minibüsle zaten köye dönüyormuş. O beni köyüme götürecek. Sen paranı al kızım. Çok sağ ol. “

Bu sefer Sibel Boyvada’nın gözleri dolar. Teyzeyi öper, koklar gönderir.

O akşam Allah’a dua eder, hala dürüst insanlar var olduğu için.

Sibel Boyvada, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çok başarılı bir doktor. Aslında beni bu başarısı pek ilgilendirmiyor.

İnsanlara yardım etmek için yeşil gözlerinin ardında hep bir ışık var, o ilgilendiriyor. Çok insan tanıdım gözlerinde hiç o ışık yoktu. Gözünde o ışık olanları hep tanırım, azdırlar; ama hayatınızı aydınlıkla doldururlar. Belki de hepimizin kalbinde o ışık var; ama yavaş yavaş söndürüyorlar. Olanların da gözlerinden dışarı yansımıyor.

Allah’ım, sen çocuğumun kalbine de o ışıktan yerleştir. Gözlerinden dünyaya yansımasını ise, bana bırak. Söz veriyorum, gözüne o bulanık perdenin inmemesi için çok çalışacağım.


Süpermen ve Uğurböceği Kitabından

Ahmet Şerif İzgören

22 Ocak 2010 Cuma

Hayattan Ne Öğrendin?

Hz Mevlana’dan


Sonsuz bir karanligin icinden dogdum. Isigi gordum, korktum. Agladim.

Zamanla isikta yasamayi ogrendim.

Karanligi gordum, korktum.

Gun geldi sonsuz karanliga ugurladim sevdiklerimi…

Agladim.

Yasamayi ogrendim.

Dogumun, hayatin bitmeye basladigi an oldugunu;

Aradaki bolumun, olumden calinan zamanlar oldugunu ogrendim.

Zamani ogrendim.

Yaristim onunla...

Zamanla yarisilmayacagini, zamanla barisilacagini, zamanla ogrendim...

Insani ogrendim.

Sonra insanlarin icinde iyiler ve kotuler oldugunu...

Sonra da her insanin icinde iyilik ve kotuluk bulundugunu ogrendim.

Sevmeyi ogrendim.

Sonra guvenmeyi...

Sonra da guvenin sevgiden daha kalici oldugunu,

Sevginin guvenin saglam zemini uzerine kuruldugunu ogrendim.

Insan tenini ogrendim.

Sonra tenin altinda bir ruh bulundugunu…

Sonra da ruhun aslinda tenin ustunde oldugunu ogrendim.

Evreni ogrendim.

Sonra evreni aydinlatmanin yollarini ogrendim.

Sonunda evreni aydinlatabilmek icin once cevreni aydinlatabilmek gerektigini ogrendim.

Ekmegi ogrendim.

Sonra baris icin ekmegin bolca uretilmesi gerektigini.. .

Sonra da ekmegi hakca ulesmenin,

Bolca uretmek kadar onemli oldugunu ogrendim.

Okumayi ogrendim.

Kendime yaziyi ogrettim sonra...

Ve bir sure sonra yazi, kendimi ogretti bana...

Gitmeyi ogrendim.

Sonra dayanamayip donmeyi...

Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...

Dunyaya tek basina meydan okumayi ogrendim genc yasta...

Sonra kalabaliklarla birlikte yurumek gerektigi fikrine vardim.

Sonra da asil yuruyusun kalabaliklara karsi olmasi gerektigine aydim.

Dusunmeyi ogrendim.

Sonra kaliplar icinde dusunmeyi ogrendim.

Sonra saglikli dusunmenin kaliplari yikarak dusunmek oldugunu ogrendim.

Namusun onemini ogrendim evde...

Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu;

gercek namusun, gunah elinin altindayken, gunaha el surmemek oldugunu ogrendim.

Gercegi ogrendim bir gun...

Ve gercegin aci oldugunu...

Sonra dozunda acinin,

Yemege oldugu kadar hayata da lezzet kattigini ogrendim.

Her canlinin olumu tadacagini,

ama sadece bazilarinin hayati tadacagini ogrendim.

Dostlarim,

Ben dostlarimi ne kalbimle ne de aklimla severim.

Olur ya...

Kalp durur...

Akil unutur...

Ben dostlarimi ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur...

Hz. Mevlana

21 Ocak 2010 Perşembe

Bir Vietnam Öyküsü



Vietnam'da "Zaiyat" vermek istemeyen bir Amerikan generali "temizlik" harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır. Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp "temiz" raporunu verip, "alındı" listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken, arkalarından tek bir el ateş edilir. Yine inanılmaz bir bombardıman başlar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinalıların sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği. Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler. General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki. Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protezdir sağ gözü.




Çocuğa dönüp :

- Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım.



Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve ;

- Sağ gözün gerçek general! der...



General şaşırır ;

- Nasıl olur, sağ gözüm takma ve çok belli, niye böyle dedin?



Çocuk ;

- Çünkü o daha insancıl bakıyor!!! der..