Hoşgeldin:)

Paylaşmaya hoşgeldin, paylaşmak özgürlüktür fikirler paylaşıldıkça büyür...

27 Şubat 2010 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUZDA...


Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.


Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.

Hatta Babanım bile anahtarı yoktu.

Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.

Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.....



En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.

Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.

Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.

Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,zıplaya yürüyerek gelirdik.



Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.

Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.

Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.

Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.

Susayınca girer evlerine su içerdik.

Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.

Kısacacı evine gidip gelen (...ki;sadece çişi gelen giderdi evine)elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.

Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.


Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.


Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.

Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...

Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.

Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.



Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.

Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.

Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.



Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.

Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.

Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.

Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.

Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.

Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...

Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..



Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye

hatırını soran çocuklarımız yok oldu.

Ben kapılarında 'vale'lerin, 'bady'lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.

Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.

Benim değildir bu kültür.

Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.

Nedir bunlar?

Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.



Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.

İyi de neden böyle olduk ?

Biz mi istemiştik?

Yoksa birileri mi böyle istedi?..

'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi?

21 Şubat 2010 Pazar

HAYATA DAİR SON ANA KADAR UMUTLU OLMAK


Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp


hızla atıldı çapariye

önce müthiş bir acı duydu dudağında

gümbür gümbür oldu yüreği

sonra hızla çekildi yukarıya...



Aslında hep merak etmişti

denizlerin üstünü

neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak

bir yanda ölüm korkusu.



"Dudağı yarıklar " denir,

şanslıdır onlar, hani

görüp de gökyüzünü , insanı

oltadan son anda kurtulanlar.



Ne çare balıkçının parmakları

hoyratça kavradı onu

küçük istavrit anladı yolun sonu.

Koca denizlere sığmazdı yüreği.

Oysa, şimdi yüzerken

küçücük yeşil leğende,

ansız uzanıvermiş dostlarına

değiyordu minik yüzgeci.



İnsanlar gelip geçtiler önünden

bir kedi yalanarak baktı gözünün içine

yavaşça karardı dünya,

başı da dönüyordu.

Son bir kez düşündü derin maviyi,

beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.



İşte tam o anda eğilip aldım onu.

Yürüdüm deniz kenarına

bir öpücük kondurdum başına,

iki damla gözyaşından ibaret sade

bir törenle, saldım denizin sularına.



Bir an öylece baka-kaldı

Sonra sevinçle dibe daldı.

Gitti tüm kederimi söküp atarak,

teşekkürü de ihmal etmemişti.

Bir kaç değerli pulunu

Elime, avuçlarıma bırakarak.



Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.

Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?

" Bir gün dedim, bulursam kendimi

yeşil leğendeki

küçük istavrit kadar çaresiz,

Son ana kadar

hep bir umudum olsun diye... "

6 Şubat 2010 Cumartesi

UMUDA KANAT ÇIRPAN YÜREKLER: TÜRKİYE UĞUR BÖCEKLERİ

“Eğitim kafayı geliştirmektir; belleği doldurmak değil.”
Mark Twain


Resim dersinde hangi resmi çizeceğimize, müzik dersinde hangi şarkıyı söyleyeceğimize öğretmenimiz karar verirdi. Bitkileri doğada görerek öğrenmedik. Öğretmenimiz karatahtaya çizerdi çiçeğin resmini özenle. Sonra anlatırdı tahtadaki resimden doğayı.

Yine de okulda çok şey öğrendik. Silindirin hacmini, aruz veznini, kurbağanın anatomik yapısını. Hatta Amerika’nın en uzun nehrinin Mississipi olduğunu bile.

Öğrenmediğimiz şeyler de oldu. Çanakkale Savaşı’nı öğrenemedik mesela, ders kitabındaki üç beş satırdan başka. Kurtuluş Savaşı’nın büyüklüğünü ve anlamını öğrenmek için Turgut Özakman’nın “Şu Çılgın Türkler” kitabını beklemek zorunda kaldık.

Tarih, sınıf geçmek, sınavlarda daha çok soru yapmak için gerekli bilgilerin ezberlenmesidir bizim eğitim sistemimizde. Öyle olduğu için nice savaşla korduğumuz bu topraklardan her yıl bir Kıbrıs adası büyüklüğündeki bir parçanın erozyonla denizlere karışmasına duyarsız kalabiliyoruz. Her yıl binlerce hektar ormanın göz göre göre yanmasına umursamıyoruz.

Yurt sevgisinin öncelikle yurdun toprağını ve doğasını korumak olduğunu anlamadıktan ve anlatamadıktan sonra, sınıfların dört duvarı arasına doluşup kahramanlık nutukları atmanın, coşkulu milli şiirler ezberlemenin bir anlamı olabilir mi?

Ülkenin insanı, iki elin parmaklarından az istisnalar dışında girişimcilik ruhundan uzak bir şekilde, ya kaderciliğin pençesine ya da fırsatçılığın peşine düşmüş. Kendi çabasıyla, bilgisiyle, cesaretle bir şeyler yapabilmek itibarını kaybetmiş. Bu durumun nedenini sorgulamak yerine hep suçlu aradık. Oysa marifet suçluyu değil, nedeni bulmaktı. Ona pek aldırmadık.

Yıllar geçtikçe derinleşip güçlenmesi gereken hoşgörü terk ediyor coğrafyamızı. Farklılıklara saygı, tahammülsüzlüğe ve hoşgörüsüzlüğe dönüşüyor.

İş kalitesi, günlük yaşamımızı hep (moda deyimle) teğet geçiyor. Fırsatçılık, kalitesizlik hayatımızın her alanına sızmış. Yaşarken, çalışırken, eğlenirken, dinlenirken, çalışırken, hizmet ederken görgüsüzlük ve bayağılık akıyor her yerden.

Dürüstlük her insanda olması gereken bir özellik iken, ender bulunur, sıra dışı bir nitelik oluverdi. Her gün dürüstlük söylevleri veren yakınlarımız, büyüklerimiz söylediklerinin tam tersini yapıyorlar gözümüzün önünde.

Yine de umutsuzluk yakışmaz bize. En kötü günlerinde bile üzerine çöken karanlık hesapları bozan bir halk yaşıyor bu coğrafyada; sahip olduğu ve inandığı değerler için savaşan, o değerler sayesinde kazanan bir halk.

Bugün o değerlerimiz giderek yok olsa da umudumuzu canlı tutan, unutulan değerlerimizi yeniden gün ışığına çıkarmak için çaba gösteren birileri var ülkemde: “Türkiye Uğur Böcekleri”.

Yurt sevgisini, hoşgörüyü, dürüstlüğü, girişimciliği, iş kalitesini kitap sayfalarındaki soyut kavramlar olmaktan çıkartıp, günlük yaşamın bir parçası haline getirmek için çaba gösteren gönüllüler. Eğitimin sadece insanların beynini doldurmak değil; yüreklerine de dokunmak olduğunu gösteriyorlar. Cezaevlerinde, yetiştirme yurtlarında, köylerde, huzurevlerinde yaşayan insanlarımızın umutlarına kanat çırpan pırıl pırıl gözler ve yürekler hiçbir karşılık beklemeksizin ülkemin her yerinde uçuyorlar.

                                                       İlker KALDI
                                                   İzgörenakın Akdeniz Bölge Müdürü